Tasarımcı mıyım, sanatçı mıyım, boş beleşin teki miyim?

1980'lerde doğmuş olmak demek, 90'ların kişisel gelişim furyasından sağlıksız düzeyde nasibini alarak ergenliğe adım atmak demekti. Bilmeyenler için söyleyeyim, bugün hani şu kuantumcular neyse, bizim zamanımızda da (evet dedim bunu, bizim zamanımızda dedim) "Ne dilersen o olabilirsin, yeter ki kafaya yok ve eşek gibi çalış! Ya bir yol bul, ya bir yol çiz ya da yoldan çekil!"ciler vardı. Kitapçılara adım atar atmaz karşımıza çıkan en çok satanlar bölümü, hep bu kariyer takıntılı yazarların kitaplarıyla dolu olurdu. Amerika'dan dünyaya yayılan neo-kapitalizm propogandası aşırı hırslı bir X kuşağı yaratmıştı, kimse de "ya arkadaşlar tamam da, bu kadarına ne gerek var?" diye sorgulamıyordu.
İşte o dönem, reklamcılık, halkla ilişkiler, pazarlama, "şov biznıs", artık adına ne derseniz deyin, en hareketli, en renkli, en çok yükselme ve kariyer fırsatı sunan, hatta ajansın başına geçersen köşeyi dönmeni sağlayan iş kollarından biri haline geldi. Yaratıcı olmak, "cool" olmak demekti ve bir kere bu etiketi kendine yapıştırmayı başaran kemik gözlüklü, iyi okullarda okumuş ve yurt dışı görmüş bütün erkekler burnundan kıl aldırmayan, ulaşılamaz, bilgiç tiplemelere dönüştü. Yok, inek mormuş falan, işte o yıllardan bahsediyorum... "Vay anasını ne büyük yaratıcılık ya hiç inek mor olur mu şekerim, bak adam nasıl da düşünebilmiş!" diye dibi düşüyordu insanların. 14 yaşında mı neydim, buna neden şaşırdıklarına şaşırdığımı hayal meyal hatırlıyorum.
Gel zaman git zaman, bizler de büyüdük. Ailelerimiz iyi niyetle, derste sürekli resim çizen, sürüden biraz ayrı duran, matematik notlarına bakınca da TM'ye ya da FM'ye gitme umudu olmayan, yani "sanatçımsı" gözüken çocuklarına "ressam olacağına bari grafik tasarım oku da bir mesleğin olsun" diyerek onları reklamcılığa yönlendirdi. Mezun olduk. Ne oldu sonra? Kepi atar atmaz kendimizi o hırslı X kuşağı erkeklerinin yaratıcılık hegemonyasının kucağında bulduk.
Bizi hiçbir zaman beğenmediler.
Çünkü onlar büyük zorluklarla, gerçek matbaa aletlerini kullanarak, Türkiye'nin ilk reklam filmlerini çekerek bugünlere gelmişti; bizler ise Adobe kullanma lüksüne sahip şımarık yeni yetmelerdik. Onlar gecelerce atölyede sabahlardı, biz bunun anlamsızlığını çözemeyip evimize gitmek istediğimiz için tembellikle suçlanırdık. Üstelik onların yaratıcılık seviyesine erişmemize imkan yoktu; çünkü onlar erkekti, saygı değer ve bilgeydi, tarihte ilk kez şirkette "biz aileyiz" kavramını onlar kullanmıştı (bunu da güncellemeye niyetleri yoktu), mor ineklerden falan bahsediyorlardı ve en önemlisi de bizi tasvip etmediklerinde burun üstüne indirdikleri kemik gözlükleri vardı.
Özetle, yaratıcı yönü yüksek bütün gençlerin kaderi, -sadece Türkiye'de değil- vahşi kapitalizmin şatosu olan pazarlama sektörüne kölelik şeklinde son buldu.
Pazarlamadan nefret ettiğime karar verdiğim yıllarda, belki de en başından sadece klasik güzel sanatlar okumam gerektiğini düşündüm. O ilk oryantasyon gününde atölyeye girip öylesine çamurdan tek boynuzlu bir at kafası yaptığımda yanıma gelip "sen neden bizim bölümü seçmedin, yazık olmuş" diyen profesörü dinlemeliydim, dedim. Sonra çok uzun ara verdiğim resime ve çizime dönmeye çalıştım. Kurslara gittim, yağlı boya bile denedim. Yarım bıraktıklarımı tamamlarsam belki öz saygım da yükselir ve kendi yolumu bulurum, o kavşağa geri dönüp bu sefer doğru seçimi yaparım dedim. Okuldaki (aslında hiç sevmediğim) bir hocamızın önerdiği Julia Cameron'un Sanatçının Yolu adlı kitabındaki düşünce şekli, kafamda kocaman bir "acaba" lambası yakmıştı. Acaba, ben aslında bir sanatçıydım da kendimi geri çektiğim için mi iletişim tasarım gibi ticari, pazarlama odaklı bir şeyi seçmiştim?
Şimdi burada bir duralım. Bir sonraki aşamaya geçmeden önce "giydirmem" gereken bir iş kolu daha var. İnsan kaynakları, kariyer danışmanları, koçlar ve muhtelif psikoloji uzmanları... Kişilik ve mesleki eğitim testlerini yazan, danışmanlık veren bu gibi kişilerin "sanatçı" ve "yaratıcı" gibi kavramlarının kriterlerini neye göre yazdıklarını çok merak ediyorum. Acaba diyorum, kafalarında medyanın yarattığı o basma kalıp "yaratıcı" tiplemesi de bizim mor inek sevici reklamcılara mı benziyor? Bana sorulan sorulardaki şıklarda genellikle spontane yaşamayı seven, düzensiz, umursamaz, rutine gelemeyen, sistemli düşünemeyen ama duygularıyla yaşayan falan karakterlerin ucu daima "aaa o zaman yaratıcı meslekler tam sana göre şekerim"e çıkıyordu. Ben de bunu bildiğim için, kişilik testlerinde "rutini seven, analitik düşünenden ancak sıkıcı, gri giyen bir memur olur" sonucu çıkmasın diye nerede uçarı, nerede "seni gidi çılgın!" dedirtecek seçenek varsa onu işaretlerdim. Bütün gençlik yıllarım, çok büyük şeyler umduğum bu testleri aslında kendimce kandırarak geçti. Peki neden bu derece kandırma ihtiyacı hissetmiştim? Çünkü ta lisedeyken bütün okullara yapılan çok önemli bir testte, bana en uygun meslek olarak tatlı su ürünleri üreticiliği çıkmıştı. Evet. Gülmeyin. Arka sıramda oturan ve kendisini çok "sanatçı" gören bir malın teki (niye benden bu kadar nefret ettiğini de hatırlamıyorum, ama artık ben de ona mal diyebilirim sanırım) yeterince güldü zaten. Kendisine "sanatçı" sonucu çıkan bu zat, yüksek sesle gülüp alay ederek bana çıkan sonucu herkese anlatmıştı.
O testte çıkan sorulardan bazılarını hiç unutamıyorum: "Sergi gezmeyi sever misin, sık sık sergilere gider misin?" Ulan testi yazan mal ekip (ya bu "mal" ne güzel küfür), 2001 yılında Marmaris'te devlet lisesinde okuyorum. Sence burada halıcıda dericide çalışıp barlar sokağında büyüyen gençler hayatlarında bir kere bile sergiye maruz kalmış mıdır? Biz sinema diye Lidya Otel'in diskosuna giderdik. Oraya da filmler büyük şehirlerden 9 ay sonra gelirdi, geldiğinde de VCD (DVD de değil) kalitesiyle piksel piksel izlerdik. Ne tiyatrosu, ne sergisi? Kitapçı bile yoktu Marmaris'te. Ben istesem de nerede gideceğim sergiye? Bir de "sık sık, nadiren" falan diye de seçenek koymuş mal. Hangi ülkede yaşıyorsunuz arkadaş siz?
Ohh neyse güzel rahatladım. Hem X kuşağı reklamcılarına hem bu kişisel gelişimcilere... Güzel oldu bu blog işi.
Neyse, nerede kalmıştım? Bütün bunları anlatma sebebim, bir gencin kendini tanıma yolculuğunda maruz kaldığı ayarı bozuk pusulalar, eksik yön tabelaları ve güncelliğini kaybetmiş haritaların nelere mal olabileceği (yine mal dedim ama bu mal o mal değil). Ben yıllar yıllar sonra aslında ne kadar analitik bir kafam olduğunu fark ettim. Çizim yapıyordum ve duygusal bir insandım evet, ama bu beni bütün vücudunu maviye boyayıp duvarda kendi izini çıkarmak isteyecek kadar "sanat için sanat"çı yapmıyordu. Matematiğim diskalkulia seviyesinde kötüydü ve hala da kötü çünkü gerçekten diskalkulia'yım galiba. Ama bu da yine aynı şekilde, beni daha az analitik düşünen biri yapmıyordu! Tam aksine, en duygusal kararlarımı bile Excel tablosunda artısı eksisi şeklinde karşılaştırma yaparak aldığımı bilirim. Hani nerede spontaneliği seven, çılgın, yaratıcı, sanatçı ve de o mor inekler düşleyebilen dahi reklamcı tiplemesi?
Çok geç oldu. Yani kendimi keşfetmem geç oldu demek istiyorum. 38 yaşındayım, iki çocuğum var falan, boru değil. Şimdi, mümkün olsaydı, her gün kişilik türleri ve psikoloji kitapları okuyan genç Nil'e şöyle uzunca bir mektup yazardım;
"Sana bir şey diyeceğim ama şok olma (olacaksın ve önce kızacaksın, biliyorum). Sen aslında oldukça analitik bir kafaya sahipsin. Resim kurslarına bırak, ağlayan palyaço resmi yapmak isteyen emekli teyzeler gitsin. Resim, sanat, yaratıcılık falan, bunların hepsi senin için amaç değil, araç.
Peki ne yapacaksın? Sen her zaman en iyi yaptığın şeyi yaparak soru işaretlerine ve seni öfkelendiren, değiştirmek istediğin konulara odaklan. Sonra onları düzeltmek için fikirler ara, çözümler öner, bu önermelere tasarımlar yap.
Her yaratıcı zihnin yolu "sanat için sanatçı" olmaya çıkmaz. Ha günümüz ekonomisinde ve kariyer trendlerine bakıp "reklamcılık gurusu" olmaya da çıkmak zorunda değil. Pek çok yaratıcı zihin, içinde bulunduğu ülke, çağ ve diğer pazar talepleri koşullarına göre maalesef (aileden aristokrat değilse) çok bayılmadığı günlük işlerle geçimini sağlamak zorunda kalmıştır. Ama sonra atölyesine dönüp, esas kafa yorduğu konuya odaklanmıştır. Bizim gibilerin kaderi bu.
Şimdi sana sihirli bir değnekle o hep hayal ettiğin mütevazi sanat atölyesini versem bile bir süre sonra sıkılacaksın. Elini o alet edevata sürmeyeceksin. Çünkü seni yaratıcı anlamda ateşleyen şey natürmort tablo yapmak değil. Öfkelenmen lazım. Gıcık kapman lazım. Kötü tasarlanmış sistemlere, şehirlere, yanlış anlaşılmış kavramlara, yozlaşmış kültürel dokulara, çirkin tabelalara, belini sıkan boktan pantolon tasarımına, özetle o dönem gözüne neyi kestirirsen ona el atmak istemen lazım.
Ha diyeceksin ki zaten sanat bu değil mi? Hayır değil. Sanat "soruna" işaret eder, "çözüm önerisini" ise tasarım yapar. Sen, "çözüm bulmak için" bu kadar derinlemesine araştırma yapıp detaylarda boğuluyorsun işte. "Bir çözsem sonra rahat edeceğim" kafasıyla yaşıyorsun. Alışverişe bile böyle çıkıyorsun. "Tarzımı bir bulsam, artık alışverişe bu kadar zaman ayırmak zorunda kalmayacağım" diyorsun. İşte bu bile bir örnek...
Dolayısıyla minnoşum, mektubumu burada sonlandırırken sana birkaç anahtar bırakacağım:
Birincisi, kariyerin konusunda endişelenme çünkü orası zaten senin değerini, kimliğini belirleyebilecek bir alan değil. Orası, para kazanma yeri. Kariyerini kimliğinle bağdaştırma çabasına her girdiğinde çuvallayacaksın. Sen bir reklam yazarı değilsin. Grafik tasarımcı değilsin. Marka iletişim uzmanı da değilsin. Bunlar, nerede iş bulduysan orada sana verilen geçici isimler. Bunlar meslek bile değil. Fasa fiso pozisyon isimleri.
İkincisi, para kazandığın işinden evine, esas kimliğine döndüğünde orada amaçsızca resim, heykel yapacak ve Etsy'de bunları satacak, "chillout" bir kadın bulmayacaksın. Üzgünüm, böyle olmayı çok istediğini biliyorum ama bu sen değilsin. Seni beslemeyen, bütün enerjini kaptırdığın işinden evine "oh be şimdi hobilerime bakabilirim" diyerek giremeyeceksin.
Aksine, eve vardığında bulacağın kadın huysuz bir cadıya daha çok benzeyecek. Şikayet eden, öfkelenen, aniden gaza gelip neşeyle bir konuya dalan, ilgilendiği konu üstünde çalışırken kendisini kaptıran ve bu sırada saçını taramayı, yemek yemeyi unutan, rutini bölününce sinirlenen, "önemli" şeyleri geri plana atıp, erteleyen veya unutan, yalnız kalmak isteyen, çok da kolay anlaşılamayan ve bu yüzden az ama öz arkadaşa sahip bir tipleme...
Bu tip, ne o mor inekçi reklamcıdır, ne de Google'da "creativity" kelimesini aratınca karşına çıkan ellerini boyaya bulamış Shutterstock modelidir. Ne kariyer uzmanlarının testlerinde karşınıza çıkabilir bu tipleme, ne de psikologlar çözebilir... Bu "pek de anlaşılamayan ama ihtiyaç da duyulan" tiplemeyi daha iyi tanımak için önce cadıları, sonra onların kökeni olan şamanları araştır. Ortada spiritüel hiçbir şey yok. Anam babam tarih okuyacaksın. Ama bir kez okuyunca, neden senin gibilerin yalnız kalıp soru işaretlerine ve çözümlerine kafa yorması gerektiğini anlayacaksın. Ve en önemlisi de, neden senden reklamcı veya natürmortçu olamaz, neden bir C şıkkına ihtiyacın var, hepsi kafanda oturacak.
Hepsi, soru işaretleriyle olan ilişkimize göre belirlenir:
Uyum sağlayabilen yaratıcılara, reklamcı denir.
Öfkelenen yaratıcılara, sanatçı denir.
Çözüm arayan yaratıcılar ise tasarımcıdır; anlaşılırlarsa dahi, anlaşılamazlarsa "cadı" denir. :) "