Otokratların Bir Projesi Var, Peki Ya Biz Demokratların Projesi Ne?

The Fifth Sacred Thing by Jessica Perlstein

Evet, yıllardır (bir sır değil) Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda tam gaz ilerliyoruz. Bu ilerlemenin önüne çıkan tüm engeller, ahlak kurallarını yıkmak, demokrasiyi takmamak, hukuku çarpıtmak, halkı sömürmek, milli ve doğal kaynakları yabancılara satmak uğruna da olsa kaldırılıyor. Belli ki çok büyük ve önemli, uzun soluklu bir hedef var ortada.

Ha, projenin detaylarını bilmiyoruz; tek bildiğimiz, bizim tek adamın kendince bir "padişahçılık" ve "halifecilik" oynama hevesinde oluşu. Muhtemelen Suriye topraklarını (ve belki dahasını) yeniden Türkiye'ye katıp, "işte, Osmanlı zamanı kaybedilenleri geri kazandık" demek falan gibi bir hayali var. ABD ise ipleri elinde tutan taraf olacak ve Ortadoğuda hiç elini kirletmeden, tamamen Türkiye aracılığıyla yeni kaynaklara ulaşmış olacak.

ABD'nin kazanımlarına bakar mısınız? Mis gibi jeopolitik konum, hem Ortadoğu hem Asya'ya komşu, uzaktan da Rusya ve Avrupa manzaralı... Bir de kazınca altında petrol çıkıyor, değmeyin keyfine! Yani Türkiye, teoride bağımsız gibi gözükürken pratikte bir ABD sömürgesi olacak. 

Peki gelelim hayaller vs. gerçekler karşılaştırmasına...

Tuhaf olan, bu kadar uzun soluklu bir projenin eş başkanı olmasının sonucunda başarıya ulaşsa bile, muhtemelen ömrü bunu görmeye yetmeyecek. Dikkatinizi çekerim ve tekrar vurgulamak isterim: Ömrü, her şeyini adadığı bu büyük projenin sonuçlarını görmeye bile yetmeyebilir, ama yine de durmuyor. Hırsa bakar mısınız? Bu nasıl bir kararlılıktır?

Peki, bizde ne eksik? Biz, diktatörlük istemediğimize eminiz. Ama onun yerine ne istediğimizin net bir resmini çizemiyoruz. Daha doğrusu çiziyoruz ama bunu içinde bulunduğumuz ABD, Avrupa, Rusya ve Ortadoğu dinamikleri içinde konumlandıramıyoruz.

Atatürk bize anahtar kelimeleri vermiş: Tam bağımsızlık, demokrasi, hukuk, üretmek, çalışmak, kalkınma, yurt içinde ve dışında barış, bilim ve teknolojik ilerleme, hak hukuk, insan ve özellikle kadın-çocuk hakları... Ama manifestomuzu bu anahtar kelimelere göre bizim yazmamız gerekiyor. Zaten o yüzden Gençliğe Hitabe'de muhtaç olduğumuz gücün "içimizde" olduğuna dair bir mesaj var. Özetle, "Bundan sonrasını nasıl çözeceğin senin elinde ey Türk genci" diyor, "Artık onu da ben bilemem, bir zahmet gelecekteki şartlara göre sen gereken adımları atacaksın" diyor. Verilen mesajın altındaki anlam bu.

Bu durumda, bizim de içinde bulunduğumuz çağ, oyuncular, riskler, gelişen teknoloji ve dünya dinamikleri... Hepsini göz önünde tutarak kendi hayalimizdeki Türkiye'yi net şekilde resmedebilmemiz ve bu ortak hayalde halk olarak buluşabilmemiz lazım. 

İkinci bir konu: Dikkatimi çeken en önemli nokta, özellikle son dönemki olaylarda Trump'ın hiçbir şekilde halk konusunda bir yorum yapmaması; planlarını söylüyor, Erdoğan'ı övüyor, adeta "o benim adamım" diyor, planın önüne çıkan siyasetçilerin hapse atılmasına destek veriyor, ama halktan asla bahsetmiyor. Biz, halk olarak bu böööyük adamların liginde adeta etkisiz elemanız. Protesto mu oldu, tutuklarız bi kısmını, korkuturuz, yolumuza devam ederiz kafasındalar. Polis ellerinde, ordu ellerinde, hukuk ellerinde... Atatürk halka seslenirken, gücü doğrudan halkın eline verip "yapabilirsiniz, güçlü olan sizsiniz, sömürgeciler değil" derken, günümüz liderleri tam aksine, adeta halkı "iplemiyor". Bize iyi veya kötü, bir mesaj bile vermiyor! "Ya biz bir Ortadoğu projesi planladık ama, çok güçlü de bir lider adayı bulduk bu iş için ama, acaba halk buna ne tepki verecek? Türk halkı böyle şeyleri sevmez, indiriverir bizi oradan, ne yapsak da bunları ikna etsek?" diye soran bile olduğunu sanmıyorum. 

Halbuki, liderlerin halkın karşısında titremesi lazım. Gerçek bir demokraside olması gereken budur. 

Moral bozmak istemiyorum ama, Gençliğe Hitabe'de Atatürk'ün öngördüğü her şeyi birbir yaşarken bize gereken tek şey cesaret mi, yoksa artık biraz da stratejik düşünmemiz mi gerekiyor, diye soruyorum. Güzel, tamam, cesaretimizi gösteriler ve boykot yoluyla gösterdik/gösteriyoruz. Gaza geldik, heyecanlandık, duygusallaştık. Ama bunun daha geniş kitlelere yayılması lazım, bu bir. A, B, C planlarımızın olması lazım, bu iki. Hepimizi ortak paydada buluşturacak bir hedef, bir hayal, bunu anlatan bir manifesto olması lazım, bu da üç. 

Bir anlaşma yapılacağı zaman, taraflar masaya oturduğunda taleplerini karşılıklı olarak birbirine sunarlar. Şu anda, karşısında muhatap bile olmayan iktidar, velev ki bir mucize olup -veya paralel evrende- karşısına halk olarak bizi oturtup, "tamam, ne istiyorsun söyle o zaman!" dese, ağız birliğiyle madde madde "şunları istiyoruz" diyebileceğimiz bir listemiz bile yok. 

Örnek veriyorum;
Adalet istiyoruz. Yani, ülkemiz bir hukuk devleti olsun. Kimse kimsenin hakkını yemesin, şu ana kadar yemiş olanlar da birbir cezalandırılsın. Gerçek suçlular içeri tıkılsın, sırf muhalefet etti diye içeri tıkılanlar özgür kalsın. 

Güzel... Hukuk devleti olalım. Peki, buna ulaşmak için adımlarımız ne? Diyelim, boykotlar sonuç verdi ve iktidara yakın şirketler artık halkı dinlemek zorunda kaldı. Bu şirketler, iktidarı karşısına alıp "abi yapma gel yumuşa biraz" mı diyecek? Peki, bu yumuşama olursa -ki diktatörler yumuşamaz, o şirketleri ya lağveder, ya patronları da içeri tıkar ya da Putin'in yaptığı gibi gizlice öldürtür-, örneğin hapistekiler salınırsa, "teşekkürler ya" deyip yolumuza devam mı edeceğiz? Hukuk devletine dönüşebilmemiz için başka neler gereklidir? Hangi adımlara ihtiyacımız var? 

Bunlar hiç konuşulmuyor. 

Ben konuşmaya açıyorum. 

SEÇENEK 1: TEK ADAMDAN SONRA YİNE TEK ADAMA GEÇİŞ

Türkiye, ne yazık ki ilk aşamada tam demokrasi ve güçler ayrılığı ilkesi ile yönetilecek durumda değil. Yılların verdiği hasarı onarmak için, tıpkı Atatürk'ün tek parti rejimiyle yaptığı gibi, elindeki gücü uzun yıllar cehaletle savaşmaya ve kalkınmaya ayıracak, tüm aykırı sesleri (tarikatler, şeriat isterükçüler, neo-liberaller vs) susturacak, höt zöt bir liderin başa oturması lazım.

Tek adam rejiminden çıkışın panzehiri, tıpkı yılan zehirine yine yılan zehirinden üretilen maddeyle müdahale edilmesi gibi, maalesef başka bir tür tek adam rejimine geçilmesi. Bu kişi, esas demokrasiye geçmeden önce bir köprü görevi görecek, ve ideal şartlarda kendisi için belirlenen sürenin sonunda görevi bırakıp halka "buyrun, artık bundan sonrası sizde" diyecek. 

Bu tek adam rejiminin bir diğer gerekliliği de Türk insanının hala tam olarak monarşi kafasından çıkamamış olmasıdır. Biz, bir lider etrafında, o kişiyi romantize ederek toplanmayı ve partizanlık yapmayı seven bir milletiz. Hamurumuz böyle. 

Ancak bu yolun bir zayıf noktası daha var: Yine ne yazık ki, halk böyle bir lideri kendi içinden çıkarıp başa oturtsa bile, dünya dinamikleri buna izin vermeyebilir, o lider birkaç yıl içinde gizemli bir uçak kazasında falan güme gidebilir. 

SEÇENEK 2: SARAYI DEVİRİP DEMOKRASİYİ GETİREN HALK HAYALİ

Şu anda muhalif olan tüm genç kesim gibi -çok genç olmasam da artık- benim de idealim bu tabii. Bir Fransız ihtilali sahnesi gibi, Kaçak Saray'ın kapılarını aşıp içeri girişimizi ve tüm dünyayı hayretler içinde bırakışımızı hayal etmeden duramıyorum. Düşünsenize; çiftçiler, işçiler, sindirilmiş veya hakları yenmiş memurlar, kendisine verilen emirleri içine sindiremeyen polisler, askerler, kısacası AKPli olmadığı için sürülmüş, ezilmiş, susturulmuş HERKES... Bir örgütlenebilse, tek bir ağızdan Büyük Ortadoğu Projesini destekleyen sermayeye DEFOLUN diyebilse?

Peki ya sonrası? 

Bakın arkadaşlar, her yerde söyledim, yine söylüyorum, Medusa'nın Salı belgeselini izleyin YouTube'dan. Hem orada, hem de dünya tarihinde göreceksiniz ki, diktatörleri besleyen yegane şey sermayedir. Şirketler, kendi çıkarları doğrultusunda kim hareket ediyorsa, kim onlara imtiyazlar tanıyorsa onu desteklerler. Sermayedarlar ve lider, kapitalist dünya düzeninde et ve tırnak gibidir. Bir ülkenin elitlerinin desteği olmadan, o ülkede demokratik yolla başa gelmeyi başarsanız bile bir arpa boyu yol gidemezsiniz. Bakın Erdoğan'a, Ortadoğu'nun padişahı olma hayali için nasıl da sermayedarlarla görüşüp destek kazanmış... Genç arkadaşlar yaşamadı o dönemi ama, Erdoğan başa geldiğinde ben lisedeydim ve şunu çok net hatırlıyorum: Ülkenin düne kadar en seküler görünümlü, içkisinden balosundan taviz vermeyen elit kesimi bir anda muhafazakar bir imaja geçiş yaptı. Altını bırakıp gümüş kullanmaya, eşlerinin başlarını kapatmaya, cumaya gitmeye falan başladılar. İnandıklarından değil ha, rüzgar o yönde estiği için... Bütün o "Türk iş insanları" diye övündüklerimiz, Sabancılar, Kalyoncular, ve daha nicelerinin 180 derece dönüşlerini izledik. 

Yani şunu anlamak lazım: Elinde haddinden fazla maddi güç bulunduran kişiler, işçi halkın iyiliğini düşünmez. Sistem böyle. O zaman, hiçkimseye haddinden fazla maddi güç vermeyen bir sistem kurulması lazım demektir. Bir daha asla, şirketlerin gazlamasıyla yeni bir Hitler ya da Tayyip yaratmamanın önlemi budur. Hele ki ülkenin enerji, su, tarım gibi demirbaş sektörleri kesinlikle satılmamalı, bu tür birimler bir şekilde halka ait olmalıdır. Ha bunun adı nedir, teknik olarak kapitalist bir düzen içerisinde nasıl mümkün edilir bilemem. Bahsettiğim şey komünizm değil, kapitalist dünya düzeninde sürdürülebilir bir sosyalizm. O noktada konunun uzmanı kişilerin, akademisyenlerin söz alması lazım. Ben sadece aklıma gelen en akılcıl fikri yazıyorum. Bazen de fazla bilgiye gömülmemiş birinin tamamen dışarıdan bakan gözle yaratıcı çözümle gelmesi de mümkün olabilir. O nedenle, herkesin fikrini söylemesi lazım diye düşünüyorum, ne kadar çılgınca olursa olsun. 

Gel gelelim, sizin de göreceğiniz üzere şu anda güç de, para da, hukuk da, ordu da, polis de tek yerde toplanmış durumda. Ve bu tek yeri besleyen şey yine yandaş sermaye. Evet, onları vurmanın ve yeni müttefikler kazanmanın yolu boykottan geçiyor. Ama bir bakıyorsunuz, öyle sadece Ülker, Espressolab falan değil, koca bir elektrik ağını boykot etmeniz gerek. İçine girmedikleri sektör kalmamış. Atatürk'ün dediği gibi, resmen bütün tersanelere, cephanelere, vs girilmiş durumda:

Artık iktidar, satacak bir şey kalmadığı ve beslenecek müttefik sermayedarların tamamına zaten sahip olduğu için, daha fazlasına göz dikti. Tam olarak Trump-Tayyip aşkının ana nedeni bu... Yeni sermayedar, halkın varlığını bile göz önünde bulundurmadan doğrudan ülkenin liderine seslenip "sen benim her istediğimi yaparsın dimi aşkitom" diyor. Ve bizimki gerçekten de her istediğini yapacak. 2000lerin başında nasıl ki Türkiye'nin en büyük şirketlerinin her istediğini yaptı, 23 yıl onu ayakta tutacak gücü ve kendisine saraylar yaptıracak, uçaklar, gemiler aldıracak parayı elde etti, şimdi sıra ABD'nin istediklerini yaparak padişahlığını ilan etmekte. Bu, son hamle. (E önceden de ABD desteği yok muydu, diye sorabilirsiniz. Vardı ama artık daha çok önem kazandığını, çünkü son aşamada giderek daha büyük desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum)

Bu bilgiler ışığında, gelin size "I have a dream" deyip aklımdaki ideali paylaşayım.

Yukarıdaki iki yolu da düşünecek olursak, ilk seçeneğin zayıflığı ortada: Allami cihan gelse, padişahımız onu da ya hapse atacak, ya helikopterini düşürtecek, ya diplomasını sildirecek falan filan... Yapamasa ve bu kahraman lider başa otursa bile, bu kez dıj güjler devreye girip bu kişiyi tarihten silecek. 

Demek ki, elimizde bir tek biz varız: Halk. 

Sade halk ne yapabilir? Tarihten örneklere baktığımızda, canı yanan herkesin birleşerek yumruğu diktatörün üstüne indirdiğini, ancak o şekilde başarılı olabildiklerini görüyoruz. Canı yananlar sadece üniversite gençliği değildir; evet, sembolize ettikleri şey ülkenin aydınlık geleceği, özgürlük, cesaret, bilim, sanat, demokrasi vs... AMA, onlar ne yazık ki şu şartlar altında piyon rolündeler ve hep söylediğim gibi, satranç tahtasında diğer taşlara da ihtiyacımız var. O nedenle çiftçinin de, işçinin de, hatta polis ve askerin içinde karşıt görüşten olan herkesin üniformasını çıkarıp bu eylemlere katılması ve boykota destek vermesi gerekiyor. İşin özünde hepimiz insanız ve tek istediğimiz şey şu hayatta insanca zaman geçirebilmek. Bu kadar. Bunun için hangi kesimden, hangi meslekten olduğunuzun bir önemi olmamalı, ortak paydada bir araya gelinebilmeli. 

Hayalimdeki Türkiye, işte bu yüzden gerçekten "insanlar" tarafından yönetilen bir ülke. Uyanma Saati projesinden de hatırlayacağınız gibi yılanın başı olan bankacılık sistemi değişmeden kapitalizm değişmeyecek, bu belli. Ama en azından şirketlerin yapısını gözden geçirip, tek elde güç toplayan "aile şirketi" ve holdinglerin önünün alınabileceğini düşünüyorum. Birincisi, hepimizi ilgilendiren şirketlerin sermayedarları halkın kendisi olmalı.

Doğan çocuğa vergi numarası vermeyi akıl edebildiğimiz kadar, elektrik dağıtım şirketinden hisse de vermeyi de akıl edebilmemiz lazım. Kooperatifçilik mi, evet. Ama eskisinden çok daha iyi örgütlenmiş, ülkenin temel yapı taşı haline gelmiş bir kooperatifçilikten bahsediyorum. Halk üretecek, ürettiğini hem yurt içine hem dışına satacak; ancak bu ana kurumlar hiçbir şekilde özelleştirilemeyecek, çünkü zaten halka ait, yani zaten özel olacak. Eh, tüm halkı kapı kapı gezip satış onayı da alamayacağınıza göre, bazı kurumlar gerçekten "satılamaz" olacak. Aynı zamanda, kurumların ne kadar kar edeceği de önemli olacağı için özel sektör-devlet kurumu ayrımı da olmayacak. Daima gelişime açık ve halkın elinde olan yapılar oluşturmalıyız diye hayal ediyorum. 

Ekonomi konusunda ipleri halkın eline almasıyla taşlar yerine oturacak. Artık hiçbir şirket, hukuku istediği gibi esnetip bükemeyeceği için "hedeflerine uygun bir lider" bulup onu beslemek gibi çözümlere yönelemeyecek. Söylememe gerek yok, güçler ayrılığı ilkesi anayasanın değiştirilemez maddesi olacak; parlamenter sisteme geçilecek, ancak milletvekili olabilmenin şartları bugünkünden çok farklı olacak. Singapur, hem otokratik bir rejim hem de teknokrasi olması açısından enteresan bir örnek deniyor. Otokrasi kısmını almayıp, sadece teknokrasi kısmına odaklanırsak bence imkansız bir yol değil. TBMM öyle bir yer olmalı ki, işini gerçekten bilen, eğitim seviyesi yüksek kişileri bir araya toplamalı. Ülkenin en iyi beyinleri temsilciliğe aday gösterilmeli, aşağısı kabul edilmemeli. Evet, işin bu kısmında işe daha katı bakıyorum. Elitizim olarak görmek isteyen görsün, ama bir ülkenin geleceği eğitimsiz kesime bırakılamaz. Gider fikir alır dinlersin, ihtiyaçlarını meclise taşırsın, ama karar alma kısmını bir zahmet işin uzmanına bırakmalısın. Ayrıca şu anda eğitim kalitesi ve kültürel yozlaşma açısından o kadar gerideyiz ki bu çukurdan çıkmak için elimizdeki en iyi araç gereci göreve koşmaktan başka çaremiz yok. Hele bir çukurdan çıkalım, hele bir köy enstitülerini modernleştirerek yeniden kuralım, üstünden birkaç nesil geçsin, sonra bu şartlar esnetilir. Ama henüz erken. 

Eğitim dedik, köy enstitüleri dedik. Bir zamanlar bize anlatılan o "keman bile çalıyorlarmış" şeklindeki romantik hikayeler ne yazık ki ülkemizin sosyo kültürel yapısına uymuyor. O nedenle "günümüz şartlarına göre güncellenmiş köy enstitüleri" dedim. Büyük şehirlere göçün geri çevrilebilmesi demek, ekonomik gücün ülke içerisinde daha eşit yayılması anlamına da geliyor. Ben istiyorum ki ülkenin en ücra köyünde bile temel şeyleri döndürebilecek ekonomi bulunsun, kimse göç etmek zorunda kalmasın.

Bugün, yapay zeka çok hızlı şekilde kafa işlerini de elimizden alıyor. Robotlar zaten uzun zamandır üretim ve dağıtım gibi kaba kuvvet işlerinde devrede. Bu değişen şartlar altında Türkiye'nin sil baştan bir sistem kurgulaması ve işsiz kalan bunca insanın ne yapacağını oturup düşünmesi gerekiyor -diğer tüm ülkelerde şu anda konuşulduğu gibi-. Bu süreçte teorim, el emeğinin yeniden değer kazanacağı yönünde. Yapayzeka ve robotlar, bugün şehirlerde yapılan işlerin çoğunu üstlenecekse, sürdürülebilirliği olmayan kocaman kocaman şehirlere tıkışmanın anlamı nedir? Hele ki deprem bölgesi olan, su konusunda geleceği pek de parlak olmayan, doğal kaynakları hırpalanmış ve yağmalanmış bir Türkiye coğrafyasında... Buna karşılık, köylere dönen insanların kendi gıdasını ve temel eşyalarını ürettiği, yerelleştiği bir ekonomi olabilir. Yani, yeni nesil, modern köyler kurulabilir.

Biraz uzun oldu ama işte, yeni nesil köy enstitülerinin bu konuda çok önemli bir rol alabileceğini düşünüyorum. Biraz eskiye dönüş, biraz gelecekçilik.  Aynı anda hem ileri teknolojinin konforu, hem doğayla uyumlu yaşamanın huzuru. Kulağa romantik mi geliyor? Ben bir Solarpunk'çıyım dostum! (Bkz. Solarpunk Magazine, https://en.wikipedia.org/wiki/Solarpunk )

Gördüğünüz üzere, mesele sadece otokrasiyi başımızdan atmak ve demokrasiyi geri getirmek değil arkadaşlar. Aynı zamanda geleceğimizi de kendimiz tasarlamamız gerekiyor ve bu da bizim elimizde. Dünya böyle bir yer değil diyebilirsiniz, ben de size diyorum ki "henüz" değil, ama ona yön vermek elimizde. 

Umutlu bir bitiş oldu, ama Türkiye'deki otokratik rejimi devirmekten Solarpunk'a nasıl geldik onu ben de anlamadım. Bunu başka bir yerde ayrıca ele almalıyım. Hayal kurmayı severim... Birlikte kurarız!

Her neyse, herkesin hayallerini birbiriyle paylaştığı, daha doğrusu paylaşabildiği günler dilerim. 

Esen kalın. 

This article was updated on Nisan 10, 2025

Nil Yalçınkaya

1986 İstanbul doğumlu, ama İstanbul ile alakası yok. Marmaris'te büyümüş.

2008 yılında Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İletişim ve Tasarım Bölümünden mezun olmuş.

2011 yılında evlenmiş. İki de oğlan doğurmuş. 

Daima bir şeylere aşırı kafayı taktığı dönemlerle yaşayan, aynı anda tek şeye ve derinlemesine odaklanıp detaylarda kaybolan; planları, rutinleri, odak noktası değiştirildiğinde müthiş strese giren; duyuları, duyguları hassas ve değer yargıları çok net olan, yalnız kalmaya ve tek çalışmaya hava ve su gibi ihtiyaç duyan. 

Bu yazılan özelliklerin sebebinin otizm spektrumunda (Seviye 1, eski adıyla Asperger) olmasından kaynaklandığını orta yaşlarında fark etmiş.

Özetle herkes gibi bir cins, ama kendi cinsleriyle anlaşabilen bir insan.