Erken biten bir Bahar...

Çok acı bir yazı, ama yazmam lazım. 

Dün, 27 Nisan 2025 Pazar sabahı, canım kardeşim Alexia Bahar Karabenli Yılmaz'ı kaybettim. 

Şöyle düşünün; çocukluğunuzu hayal ettiğinizde gözünüzün önüne gelen birkaç yakın arkadaşınız var. Birisini zaten 13 yaşındayken trafik kazasında kaybettim. Diğeri ile liseye geçerken koptuk. Kalan tek kişi, en eskisi, 5 yaşından beri tanıdığım Bahar, yediğim içtiğim ayrı gitmeyen, evine gidince evimde hissettiğim kıymetli insan, hatıralarımın, aklımın, fikirlerimin hep bir parçası olan Bahar gitti... Geçmişe dair, Marmaris'e dair en önemli bağım, her tatilde hala ilk fırsatta yanına koştuğum Bahar, artık beni galerisinde kahve içmeye bekliyor olmayacak. Beni görünce "Naber kısss" diye o upuzun kollarıyla sarılmayacak, kıvırcık saçlarını yüzümde hissetmeyeceğim. 

Diyeceksiniz ki ne oldu, bu kadar genç yaşta nasıl gitti. Birkaç aydır sağlık sorunları vardı ve her gittiği doktor farklı bir şey söylüyordu. Neredeyse her gün konuşuyorduk. En son akciğer embolisi demişlerdi, ama bir hafta sonrasında karnından ve ciğerlerinden litre litre sıvı alınmaya başlandı. Alınan sıvıdan biyopsi sonucu çıkacak dedi, birkaç gün sonra yine yazdım, aradım, sonuç çıktı mı dedim. Nefes nefese "Şimdi arabadayız, İzmir onkolojiye yatıracaklar beni, yolda babam fenalaştı kalbinden, onu da hastaneye yolladık." diyebildi. Güven Amca Bahar'ı öyle nefes alamaz halde görünce zaten hasta olan kalbi yine zorlanmıştı. Kendisi Fethiye'de bir hastaneye yatırılmıştı, kızı ise İzmir'e gidiyordu yani. İşte öyle zor bir anda bana bunları söyleyebildi...

Defalarca kez mesaj attım, lütfen hastaneye yatınca bana haber ver diye. Cevap gelmedi. Aradım, açan yok. Çıldıracak gibi bekledim günlerce. Ve en sonunda eşine ulaşabildim. Çok zor, çok telaşlı şekilde konuşarak "Bahar yolda gelirken fenalaştı, şimdi tek kişilik odaya aldılar, çok iyi bakılacak burada, nesi olduğu kesinleşecek, tedavi olacak" diyebildi. Sonra yine haber yok... Kadir bir iki sesli mesaj attı, o kadar bilgim vardı. Güven Amca'ya ulaştım, o biraz daha sakindi, herhalde sakinleştirici verdiler bu olaylar üzerine diye düşünüyorum. Ama onun sakin konuşması bana da biraz ümit verdi. Sonra, yine haber yok...

Bütün bunlar olurken çocukları tatile amcalarının yanına, Hollanda'ya götürmüştüm. Zaten deplasmandayım, çocuklarla uğraşıyorum, çaktırmamaya çalışıyorum, ağlamamaya çalışıyorum... En sonunda ortak arkadaşımız Ayşe, tesadüfen İzmir'deyim deyince hemen soluğu Bahar'ın yanında aldı. Dedim Ayşe, lütfen müsait olunca beni onunla konuştur, çünkü Kadir'e ulaşamıyorum. Gece saatinde telefonum çaldı. Ayşe, önce Bahar'ın yanında olduğunu ama onu çok kötü gördüğünü söyledi. Olsun, dedim. Odaya geçip görüntüyü açtı. Son konuşmamızmış... Hala "kemoterapiye başladılar, kanser olduğu hala kesin değil, önlem olarak ilaç veriyorlar, bakalım işte, geldi başımıza bişeyler..." diye umutlu konuşmaya çalışıyordu. Nefes nefeseydi, gözlerini zor açık tutuyordu. Dedim yormayalım Ayşe, Bahar da her zaman olduğu gibi, "geldi işte başımıza bişeyler, anlamadım hala..." dedi. Ona, "Haftaya haftasonu yanına geliyorum" diyebildim, aslında aklımdaki şey tedavinin devam edecek olmasıydı. Genç hasta sonuçta, güçlüdür, tamam belli ki kanser ilerlemiş ama doktorlar ilaç verdiğine göre bir umut gördüler dedim içimden. Ona geleceğimi söylediğinde yüzünün nasıl aydınlandığını unutamam. Aklıma kazındı o an, birden sesi enerjikleşti, "Kadir söylemedi bana!" dedi, "Zaten o da bilmiyor, çünkü ona bir türlü ulaşamadım. Seni arayacağım uçak biletini alınca." dedim. 

Ertesi sabah çocuklarla trene bindik. Elim telefonda bekliyorum. Ayşe tekrar aradı, eyvah dedim. "Bahar'ı entübe etmişler, organları iflas etmeye başlamış..." diyebildi. Telefonu kapattım, tanımadığım insanların içinde, kucağımda Deniz, dibimde Ozan, ağlamaya başladım. Ozan'ın soruları bitmiyor tabii... Benim için de o yol bitmek bilmedi. Hayatımın en zor yolculuğuydu sanırım. Dakikalar geçmedi. 

Trenden indikten sonra Erdem, garın karşısındaki bira bahçesine oturmayı teklif etti, hem ben biraz nefes alırım hem de çocuklar parkta oynar, enerjilerini atarlar dedik. Oranın kapısından girerken içimden dedim ki, ben herhalde kötü haberi burada alacağım. Tam siparişlerimizi aldık, oturduk, ve tahmin ettiğim gibi yine telefon çaldı. Ekranda Ayşe'nin adını gördüm. Tamam dedim, Nil, kendini hazırla. Bu telefon, o telefon. Uzunca bir sessizlikten sonra Ayşe'nin sesini duyabildim. Bütün çocukluk, gençlik anılarımız bir cümleyle ellerimizden kayıp gitmişti: "Bahar'ımızı kaybettik."

Tamam, ölüm de doğum gibi hayatın bir gerçeği ve aslında ölecek olacağımızı bilmek hayatın kendisine değer katan, çok kıymetli bir şey. Ben ölüme kızmıyorum, hatta ona saygı duyuyorum. Ama erken ölüm, işte o çok can yakıyormuş... Gençliğini yaşarsın, gezersin, çocuklarını, torunlarını görürsün, çocukların yoksa sanatınla, işinle fark yaratırsın, o da olmuyorsa sadece varlığınla hayatın tadını çıkarırsın. Bir gün yaşlanırsın, hastalanırsın veya ecelinle ölürsün. Olması gereken budur. 38 yaşında ölünür mü ya! Hem de böylesine kıymetli, üretken, sanatçı bir insanın yine bu boktan hastalığa bu kadar hızlı şekilde gözlerimizin önünde eriyerek yenilmesi...

Ne gerek vardı yani? Neden benim biricik, en kadim dostum? Neden evren, onca ölmesi gereken it kopuk, katil, tecavüzcü, hırsız falan varken onları zevk-ü sefa içinde 90larına kadar yaşatıp en iyilerimizin hikayesini kısa kesiyor? Bunu tarih boyunca ilk soran kişi ben değilim, biliyorum. Ama yine de sormadan edemiyorum işte. Çünkü gerçekten aklım ermiyor bu işleyişe. 

Şimdi, Weßling'deki evimin arka terasındayım. Köyümüze biz yokken bahar gelmiş, bütün ağaçlar çiçek açmış. Hava serince ama güneşli ve kuşlar ötüyor. Çeşit çeşit çiçekler yol kenarlarından fırlamış. Benim gözümün önüne ise sadece Marmaris'in bu zamanları ve Bahar ile anılarımız geliyor. Pikniklerimiz, onların İçmeler'deki evinin muhteşem orman manzarası (orası da yandı zaten), köy kahvaltısı yaptığımız yamaçtaki yer, teknenin arkasından halata tutunup gitmemiz, havuz başında oturmamız, tarot baktığımız, ya da Ali Babanın Yeri'nde likör ve Türk kahvesi içip fal baktığımız zamanlar; sonra birden daha eskilere gidiyorum, her okul çıkışı böyle güzel havalarda önce annemin ya da babamın ofisine okul çantamı bırakıp Baharların dükkanına koşmam, orada memory oynamamız, eyerden yapılmış bar sandalyelerine oturmamız, o dükkanın halı kokusunun ve yandaki restoranlarından gelen ballı kanat kokusunun birbirine karışması, Yasemin Teyze'nin arada bir bize bakması, sonra resim yapıp yat limanında sokakta satış yapmamız, kazandığımız parayla cips, kola, dondurma falan almamız, rüzgarda şemsiyeyle atlayarak uçma denememiz, mendirekteki kayaların üstünden atlamaca oynamamız, sonra paten kaymaya merak sardığımız dönem (bkz. kolumu kırmama neden olan o cesaretim nereden geliyor?)... Baharla en eski anım ise anaokulunda onun boyaları yediğini gördüğümde kapıldığım dehşetti, "Bu kız deli galiba" demiştim. Neticede hep sorulduğunda büyüyünce ressam olacağız derdik, o boyaları yiye yiye ressam oldu, ben olamadım :) Bitmez yani böyle yazmaya başlarsam. 

Biz buraya taşınma sürecindeyken eşiyle beraber İtalya'ya yerleşmek istediklerini, bunun için sanatçı vizesine başvuracaklarını söylemişti. "Kuzey İtalya olsun da, belki bir tık daha yakın oluruz, tatillerde birbirimizi ziyaret ederiz" diye geyik bile yapıyorduk. Geyikti falan ama, ben hep içten içe "belki de gerçekten gelirler?" diye umutla bekliyordum, ne yalan söyleyeyim... 

12 Nisan doğumgünüydü. Bir bahar günü doğan arkadaşım, adına uygun şekilde yine bir bahar günü öldü. 

Benliğimin bir bölümü, canımın bir parçası koptu.

Şimdi bu baharın tadını nasıl çıkarayım?

 

 

 

 

This article was updated on Nisan 28, 2025

Nil Yalçınkaya

1986 İstanbul doğumlu, ama İstanbul ile alakası yok. Marmaris'te büyümüş.

2008 yılında Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İletişim ve Tasarım Bölümünden mezun olmuş.

2011 yılında evlenmiş. İki de oğlan doğurmuş. 

Daima bir şeylere aşırı kafayı taktığı dönemlerle yaşayan, aynı anda tek şeye ve derinlemesine odaklanıp detaylarda kaybolan; planları, rutinleri, odak noktası değiştirildiğinde müthiş strese giren; duyuları, duyguları hassas ve değer yargıları çok net olan, yalnız kalmaya ve tek çalışmaya hava ve su gibi ihtiyaç duyan. 

Bu yazılan özelliklerin sebebinin otizm spektrumunda (Seviye 1, eski adıyla Asperger) olmasından kaynaklandığını orta yaşlarında fark etmiş.

Özetle herkes gibi bir cins, ama kendi cinsleriyle anlaşabilen bir insan.